İskoçya dendiği an benim gözümün önünde beliren ilk kare şudur: ismi North Charlton Farm olan o sevimli ve huzur dolu çiftlik evi. Ufak bir “foreshadow” yaptım, az sonra bu konuya geleceğim 😉

Geçen aydan hatırlarsanız bir Birleşik Krallık yazı dizisine İngiltere ile başlamıştım. ( yazı için buraya bir tık ) O gezinin devamı olan İskoçya ile sürdürüyorum. 

Evin sarmaşık kaplı dış cephesi

Londra’ dan kiraladığımız arabamızla yola koyulup, Leeds’ te bir öğle yemeği molasından sonra, Edinburgh’ a doğru devam ettik. Ve işte Edinburgh’ a varmamıza neredeyse 45 dakika 1 saat kala Alnwick kasabasının gidiş geliş tek şerit yolunda ilerlerken taa uzaktan gözüme çarptı o ev ve resmen bizi çağırdı. Belki de sadece beni… Yol üzerinde gördüğümüz tipik İngiliz ve İskoç evlerini yakından incelemek için ara yollara saptığımız gibi (bir örneği de İngiltere yazısında) yine öyle yaptık. Minik tabelası dar yola yönlendiriyordu ancak girişi bulmak biraz zorladı. Ulu ağaçların arasında bir kuytuda kalmıştı kapısı. Etraf o kadar sessizdi ki biri var mı yok mu anlayamadan, ama içini gezme hevesiyle kapıyı çaldık; çünkü burası aynı zamanda butik otel hizmeti veren bir çiftlik eviymiş.

(O an nasıl olup da çekmedik bilmiyorum ama web sitesinden evin karelerini koyacağım.)

Kapıyı tam anlamıyla pamuk beyazında saçları olan, al yanaklı bir teyze açtı, hemen bacaklarına dolanmış al yanaklı minik bir kızla. “Heidi’ nin evine mi düştük, ne sevimli insanlar açtı kapıyı, nerdeyiz Allah’ ım?” diye düşünürken evi gezmek için izin istedik, memnuniyetle içeri kabul ettiler. Daracık minicik bir koridora giriyoruz sol kapıyı açıp sevimli yemek odasını görüyoruz, hemen yan kapısı da şirin bir mutfak ve masanın üzerinde yeni pişmiş kurabiyeler! Biraz daha ilerleyip salona varıyoruz. Bizdeki butik otel mantığından çok uzak ancak size kendi eviniz konforunu sağlayan, kendine her şeyiyle yetebilen bir çiftlik evi.

Fazla büyük olmayan salona girdiğinizde hemen karşınızda bir şömine, sağ duvarda antika bir piyano ve solunuza döndüğünüzde cam kenarına manzaraya karşı konuşlanmış pofuduk koltuklar. Önünüzde ise “zengin, bol, gür yeşillik” anlamında kullanılan tam “lush green” bir manzara. Az biraz uzakta görülen otlayan, cinsini bilemediğim ama gidip kucaklama hissi uyandıracak kadar beyaz ve iri yünlü koyunlar. Büyük koltuğa kurul, bir kupa çayını al, battaniyenin altında bütün gün kitap oku ya da bir şeyler karala. 
Normalde konfor ve lüks ortamı sağlanan mekanlar tercih sebebim olmasına rağmen lüksü değil ama konforu tam anneannenizin evi kıvamında sağlayan bu çiftlik evine resmen vuruldum. Ayrıca şömine üzerindeki çerçevelerde bizi gezdiren pamuk saçlı teyzenin-adı Mrs. Sylvia’ ymış- Kraliçe Elizabeth ile resmini görüp “nasıl yaniii?” kıvamında soruyorum 🙂 Meğer Sylvia teyzemiz kraliçeden “üstün hizmet nişanı” almış. Bizim camdan çok azını görebildiğimiz küçük ve büyükbaş hayvanlardan oluşan devasa çiftliğin sahibiymiş, eşi, oğlu ve geliniyle işletiyorlarmış.

Odalarda konaklayanlar olduğu için üst katı göremedik o yüzden yine websitesinden görsel paylaşıyorum.

Minik turdan sonra teşekkür ederek evden çıkıyoruz her bir mertrekaresini hafızama doldurarak, her kafa dinleyip, uzaklaşmak istediğimde buraya kaçabilmeyi dileyerek.  
Akşamüstüne saatlerinde nihayet Edinburgh’ a varıyoruz. Otelimiz merkeze yakın. İlk akşamı etrafı keşfe ayırdık. Yemek yeyip otele yerleştik. 
İkinci gün erkenden Edinburgh Kalesi’ ni gezmeye gidiyoruz. 
Kaleden şehre kuşbakışı manzara

Edinburgh kalesi her eski medeniyet kalesi gibi şehrin en yüksek tepesine 12. yüzyılda inşa edilmiş. Tabii ki hem şehri rahat gözlem ve hakimiyet için hem de sahip olunan gücü, halka karşı vurgulayabilmesi için. Tarih boyunca da İngiliz ve İskoç güçler tarafından devamlı el değiştirmiş, kaleye sahip olan, şehrin sahibi olmuş. 
İngiltere ve İskoçya gezimin en can alıcı kısmı tarihi yerleri gezerken İngiliz dili edebiyatı okurken sullar seller gibi işlediğimiz İngiliz tarihi bilgilerimin tekrardan üzerinden geçiyor olmaktı.

Kale yüzyıllar içinde devamlı el değiştirip pek çok savaşa maruz kaldığından birçok kez de renovasyondan ve yeniden yapım aşamasından geçmiştir. 1927′ den beri de Ulusal Savaş Müzesi olarak geçmektedir.

Tarihte önemli yer edinmiş kral ve kraliçeler anlatılırken kronolojik olarak ilüstrasyonlarla desteklenmiş. Gezmesi çok keyifli bir kale, müze.

Kraliyetin Şeref Ganimetleri

Gayda – ekose buluşması! İşte İskoçya!
Buraya gelip kaleyi gezmezseniz büyük kayıp, benden söylemesi. 
Edinburgh küçük bir şehir olduğundan bir şehir daha görebilmek adına kaleden çıkıp Glasgow’ a gidiyoruz, ki bir hata. Biz yaptık, siz yapmayın İskoçya’ ya ayırdığınız koca bir haftanız olmadıkça. Burada gözünüze çarpacak olan yerler, Bank of Scotland’ ın gösterişli, tarihi binası…
George Meydanı…
Modern Sanat Galerisi…
ve Glasgow Necropolis. Buraya bizim vaktimiz kalmamıştı ama 1800′ lü yılların ortalarına doğru inşa edilmiş olan Viktorya dönemi bu mezarlık oldukça gösterişli anıtmezarlardan oluşuyor. Tatilinize farklı bir boyut katmak isterseniz rotaya alınabilir.
Biz Edinburgh’ a geri dönüyoruz kaleye nazır Princes Caddesi’ nde turlamaya… Burası kalenin ve onu ayakta tutan vadinin karşısında boylu boyunca uzanan, şehrin en önemli ve en işlek caddesidir. Kaleyi gördüğünden prenslere ithaf edilmiş olması gibi stratejik bir önemi olsa da, şimdilerde ana amacı alışveriş olan bir caddedir. Trafik sadece otobüs ve taksilere açıktır, özel araç girişi yasak. 
Günümüzü burada gezinerek ve yemek yiyerek tamamlıyoruz.
Son günümüzde uçak saatimiz geç olduğundan bir yer daha görebiliriz deyip otelin lobisindeki yerel ilanlar bölümünden bulduğumuz Hopetoun House’ ı rotaya alıyoruz. Turistik şehirlerin otellerinde ille de bulunan bu ilanlar bölümünü her zaman karıştırırım, size de tavsiye ederim. Çoğu zaman rehber kitaplarda bulabileceğinizden fazlasıyla karşılaşırsınız. Belki de önceden çalışıp yaptığınız programınıza küçük yerel değişiklikler eklenir, iyi de olur. 
Hopetoun House’ dan Quinsferry Köprüsü’ nün görünümü.

Edinburgh’ daki devasa Quinsferry Köprüsü’ nü geçerek vardığınız South Quinsferry’ de yer alan Hopetoun House 1700′ lü yılların tam da başında Sir William Bruce tarafından Hopetoun Kontu için inşa edilmiş.
Gözünüzün alabildiğine kocaman bir arazide yer alıyor etrafı ağaçlarla çevrili. 

Tabii her tarihi yapıda olduğu gibi buranın da kütüphanesine bayılıyorum ve hemen foto! 😉

Şimdilerde turist ziyaretine açık olmasının yanı sıra bu saray yavrusu çeşitli balolara ve dileyenlerin düğünlerine ev sahipliği yapıyor.

Havaalanına doğru yola çıkarak bir tatilimizi daha sonlandırıyoruz tekrar tekrar Birleşik Krallık sınırlarında olabilmek dileğiyle 🙂 
Yazar

Yorum Yaz

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Pin It